99 yılında üniversiteden mezun olduğumda aklımdaki en son şey herhalde yabancılara Türkçe öğretmeni olmaktı. Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı okuduktan sonra İngilizce İnsan Kaynakları yüksek lisansı yapmış ve tez yazarken büyük bir firmada staj yapmıştım; nerden bilebilirdim 7.4 şiddetindeki büyük Marmara Depremi’nden sonra Türkiye’nin iki büyük ekonomik kriz geçireceğini ve büyük umutlarla kariyer basamaklarını çıkacağıma inandığım ilk işimden kriz nedeniyle çıkarılacağımı. Bir süre anti-virüs yazılımları çevirileri yaptıktan sonra arkadaşımın önerisiyle yabancılara Türkçe öğretmeye başladım. 22 yaşımda ilk kez ders vermek üzere bir sınıfa adım attığımda sonradan adlarını öğrendiğim ve hepsinin hayatımda ayrı önemi olan 6 öğrencimle tanıştım. Polonyalı Eva, Yeni Zelendalı Simon, Sudanlı Taha, Amerikalı Steve, Nijeryalı Viktor ve Yunanlı Rena…
Hepsinin Türkçe öğrenmek için bir nedeni vardı. Bu nedenler, kırık bir aşk hikayesine duyulan özlemden; Türkiye’de zengin olma hayallerine, egzotik bir ülkenin diline duyulan meraktan, kendini geliştirme arzusuna kadar değişiyordu.
Sudanlı öğrencimin trajik hayat hikayesi şimdiye kadar beni en çok etkileyen hikayelerin başında gelir. Kendisi kuyumcu bir babanın oğludur, Sudan’daki iç savaşın şiddeti gittikçe artınca babası tarafından Yugoslavya’ya gönderilir, babası oğlunu en iyi eğitim alabileceği o dönemler Avrupa’nın İncisi tabir ettikleri ülkeye gönderdiği için son derece gururludur. Taha, ilk önce dilini öğrenir binbir umutla geldiği ülkenin, daha sonra tıp fakültesini bitirir ve başarılı bir cerrah olur. Tüm ailesi onunla övünmektedir; ancak bir süre sonra Yugoslavya’da da iç savaş patlar, ekonomik ambargolar da eklenince Taha, Bosna’ya geçer. Boşnak bir kıza ilk görüşte aşık olur, evlenirler. 1992 yılı hayatlarının en kara yılıdır. Sırplar, Boşnaklara karşı soykırım başlatır. Srebrenitza Katliamı ve daha niceleri, 92-95 yılları arasında yüzbinlerce insan öldürülür. Taha, her gün kopan yüz- yüz elli kol bacak diktiğini anlatırken bana gözlerinden geçen o nemli mutsuzluk bulutları hiç gitmez zihnimden. Şimdi ise İstanbul’dadır ve iki çocuğu ve eşiyle İstanbul’da yaşama tutunmaya çalışmakta, ticaretle uğraşmaktadır. En başarılı öğrencilerimden biriydi hem Taha hem de eşi, kısa sürede Türkçe’yi akıcı bir şekilde öğrendiler. Hatta bir gün derse girdiğimde, ona « Nasılsınız? » diye sorduğumda bana : » Ne yapalım işte yuvarlanıp gidiyoruz! » demişti de deyimlerle Türkçe konuşmaya başlamasına hem şaşırmış hem de çok sevinmiştim.
Yunanlı Rena’nın Türkçe öğrenmesinin nedeni belki bir aşk hikayesi belki de babasının yarım kalmışlık hissini tamamlama arzusuydu. Rena’nın babası Manolis, Kadıköy Moda’da büyümüştü, tüccar bir babanın oğluydu. 60’lı yıllarda Atina’ya göç ettiklerinde ne Yunanlılar gibi Yunanca konuşuyorlardı ne de yöre halkı gibi tutucu görüşlere sahiptiler. Manolis’in annesi mayoyla denize girdiği için ayıplanmıştı o zamanlar Atina’sında. Babası da üzüntüden şeker hastası olmuştu. Yıllar sonra kızı Rena, bir Türk’e aşık olduğunu söylediğinde ondan ilk isteği, Kadıköy Moda’daki evi gidip bulmasıydı. Rena’yla bu evi bulduğumuzda benim de mideme heyecandan kramplar girmiş, 3 katlı eski binanın restorana dönüştüğünü görünce Rena’nın gözlerindeki hüzün kalbimi burkmuştu. Restoran sahibi kadına buranın eski sahiplerinin kızını tanıştırdığımda kadının yüzündeki şaşkınlık kısa bir süre sonra silinmişti. Kadın bize Türk kahvesi ikram ettikten sonra binayı nasıl restore ettiklerini uzun uzun anlatmış, fotoğraf çekmemize izin vermişti. Yıllar geçmesine rağmen bu fotoğraflar hâlâ Manolis’in duvarındaki mantar panoda asılı durur. Rena’yla dostluğumuz bugün de sürüyor, onun sayesinde Yunan kültürüyle ne çok ortak yanımız olduğunu, aşkın dili ve dini olmadığını, yeme-içme kültürünü Rumlardan aldığımızı, ailenin ille de kan bağıyla değil, sevgi bağıyla da kurulabileceğini öğrendim.
Buket Koldaş – Texte / Text
Histoire écrite en turc / Story written in Turkish / Türkçe kaydedilmiş hikaye